Artvin Valisi Aydoğdu İle Giderayak Son Roportajı İdarecinin Sesi Yaptı

15/06/2009 18:00

Artvin Valisi Cengiz Aydoğdu, Türkiye Genelinde Dağıtımı Yapılan Ve Kamu İdarecileri Tarafından Yoğun Bir Şekilde Takip Edilen İdarecinin Sesi Dergisine Özel Bir Röportaj Verdi. Artvin Valisi Olduğu Tarihten İtibaren Gerçekleştirdiği Çalışmalar, Ortaya Attığı Fikirler İle Dikkatleri Üzerine Çekmiş Olan Artvin Valisi Cengiz Aydoğdu, Verdiği Röportajda "Göğe Komşu Toprakların" Valisi Olarak Adlandırıldı. Yılmaz Kurt, Adnan Çimen'in Yaptığı Röportajı Tek Bir Satırına Dahi Dokunmadan Yayınlıyoruz. İşte Bu Röportaj:

Haber: Hayati Akbaş







"İdarecinin Sesi: Sayın Valim, "Göğe komşu toprakların" valisi olmak nasıl bir duygu, isterseniz söze böyle başlayalım.

CENGİZ AYDOGDU: "Göğe komşu topraklar. . . " Evet, söze oradan başlayalım. Bir söz vardır; galiba Romain Roland'a ait "Gökler bile dışımızda değildir" der. Aslında her şey bir şekilde insanın içindedir. Artvin'e "Göğe komşu topraklar" derken Artvin'in aslında aynı zamanda içimizde, gönlümüzde bir yerlerde olduğunu söylemek istedim. Zaten vatan dediğimiz şey yeryüzünde herhangi bir yere kurulmazdan öte ve önce gönlümüzde kurulmaz mı?. . .

Öncelikle şunu ifade edeyim: Artvin'de çalışmakla öğrendiğim şeyleri, yaşadığım duyguları zannediyorum Türkiye'nin başka hiçbir yerinde yaşamak ve hissetmek mümkün olmazdı. Elbette her coğrafyanın kendine göre bir özgünlüğü vardır ama Artvin'in özgünlüğü ancak burada yaşamakla bilinecek türden bir farklılık. Türkiye'nin kuzey doğusunda çok özgün bir coğrafya parçasının en az doğal özgünlüğü kadar orijinal bir şekilde şehirleşmesinin adıdır Artvin adı. Bu anlamda sadece coğrafya değil aslında bütün macera özgündür. Cumhuriyet döneminde yaşadığımız önemli kültür değişmeleri vardır. Bunların en tesirli olanı köyden kente göçün sebep olduğu kültürel dönüşümdür. Artvin bu göçü yaşamamıştır. Dolayısıyla çok özgün bir kültürel yapısı vardır. Hem coğrafya olarak hem de o coğrafya üzerinde insanoğlunun ortaya koyduğu kültürel çevre olarak kopukluğu, köyden kente göçü yaşamadığı için, kentleşme veya yanlış kentleşme olgusunun Türkiye'ye getirip bıraktığı kültürel hercümerce maruz kalmamış, korunmuştur Artvin. Türk kültürünün devamlılığını Artvin'de daha çok hissedersiniz. Bir nevi sosyoloji laboratuarı yani!

SORU: Bir yönüyle bakir bir coğrafyası ve kültürü var?

CENGİZ AYDOĞDU: Tabii bir birikim var. Bu çok önemli. Büyük bir kültürel birikim. Kültür değişmeleri dediğimiz şeyin olumsuz unsurlarından pek fazla etkilenmemiş kadim bir kültürel yapı. Anadolu'da böyle şehirlerimiz vardır; Gümüşhane kısmen öyle, Kastamonu öyle, Sivas'ı bir açıdan öyle sayabiliriz. Dışarıdan çok fazla göç almamış şehirlerimizin pek çoğu böyledir. Kentleşme beraberinde pek çok şeyi tahrip ediyor. Hayat kalıplarını, hayat tarzlarını başkalaştırıyor, kendi olmaktan çıkarıyor, eskiyi bozuyor, yerine yeniyi de kuramıyor.

III. Selim ile başlayan batılılaşma süreci Cumhuriyet döneminde devam etti. Ama 1950'lerde hızlanan ve 1960, 1970'lerde zirveye çıkan, 1980'lerde artık iyice o geleneksel dokuyu dönüştüren kentleşme olgusu, batılılaşma ile birlikte gelen kültürel dönüşüme âdeta bir "kuralsızlık" ilave etti. Bu durumu çok güzel izah eden bir sözü var Ahmet Hamdi Tanpınar'ın; "Eskiden fukaralık vardı, fukaralığın kendine mahsus bir nizamı, intizamı vardı. Simdi ise, rastgelenin imtiyazı var, rastgelenin tahakkümü var. Ülkemiz şimdi rastgelenin saldırısına uğramıştır" 1950'ler - 60'lar için söylüyor bunları. Yani kentlileşiyoruz rastgele, sokaklar yapıyoruz rastgele. Evler apartmanlar yapıyoruz rastgele.

SORU: Şehirler kuruyoruz rastgele.

CENGİZ AYDOĞDU: Şehirler kuruyoruz rastgele, insan ilişkileri rastgele. Neredeyse hayatın bütün şubeleri bu "rastgele"nin emrinde. Kontrolsüz bir kentleşme ve göç var. . . Artvin bütün bunların "kısmen" dışında kalmış.

SORU: Bu manada ayrıcalıklı bir ilde valilik yapıyorsunuz.

CENGİZ AYDOĞDU: Evet. Anadolu da bu yanlış kentleşmenin olumsuz etkilerine maruz kalmamış Artvin gibi belki on, on beş vilayet daha sayabiliriz. Burada kentleşmenin kültürel yönüne vurgu yaparak söylüyorum. Yoksa Artvin'de de çok çirkin binalar yapmışız. Bu manada, göğe komşu topraklar derken, Artvin hem kültürel anlamda, hem de coğrafya anlamında, sanki biraz yaşanan güncel zamanın dışında gibi. Ama bize düşen Artvin'i tekrar güncele iliştirmek ve gündeme getirmek. Bunu yaparken de soruna Artvin'in dışından değil, Artvin'den bakarak bir yön tayin etmek. Yani Artvin'in yaşamadığı şeylerin, Artvin'in hasbelkader bazı şeylerde geç kalışının belki de Artvin'in bir "kazanımı" olduğu düşüncesinden hareketle meseleyi Artvin'in kaybetmediği şeylerin bize nasıl bir çözüm imkânı sunabileceğinin tespiti sadedinde değerlendirmek. . . Yani bu "kültürel savrulmayı" yaşamamış şehirlerimize bakarak, tekrar "bizim" olan yeni bir hayatın ipuçlarını bulabilir miyiz hususuna dikkat çekmek istiyorum.

SORU: Sayın Valim, bu arada sizin göreve başladığınız da gündeme getirdiğiniz ve kamuoyunda farklı spekülasyonlara yol açan yaylaların korunması konusuna da açıklık getirir misiniz? Bu coğrafya konusundaki hasiyetinizin dışa yansıması veya "dokunulmamışlığını korumak" için bir tepki miydi?

CENGİZ AYDOĞDU: Turizmle ilgili basına düşen sözlerimi kastediyorsunuz. Biraz yanlış anlaşıldı. Gerçi basına düşüp de yanlış anlaşılmamış pek az şey vardır memleketimizde ama. . . Türkiye'de maalesef iletişim ortamı böyle. Türkiye bu iletişim ortamında hiçbir sorununu konuşamaz. Nitekim konuşamıyor da. Tabii bunların hepsini konuşmamız ve idareciler olarak aşmamız gerekiyor.

İdareci olarak, vali veya kaymakam olarak insanların zihninde bir yerimiz var bizim. Popüler anlamını kastederek söylüyorum bunu. Basında da bir "vali tiplemesi" var. 0 tiplemeye uymayacak bir şekilde, o, bize biçilen rolün dışında konuştunuz mu, o zaman basın sizi bir şekilde cezalandırır. Yani belli konularda fikir beyan etmeyeceksiniz ya da basındaki o tipolojiye uygun konuşacaksınız. Basındaki idareci tiplemesi, genellikle (kimseyi itham etmek istemiyorum ama] konuştuğu halde hiçbir şey söylememek üzerine kurulmuş.

SORU: Siz biraz onların duymaya alışkın olmadığı şeyleri mi söylediniz?

CENGİZ AYDOĞDU: Sadece o değil, ben asla yapılmaması gereken bir şey yaptım o zaman. Büyük bir "hata" işledim. Kendinden emin bir şekilde, bir "challenge tavrı" ile meydan okur gibi konuştum. Türkiye'de devlet memuru öyle kendinden çok fazla emin bir şekilde konuşamaz. Hemen hesabını sorarlar adamdan. Hele o popüler kanaatlerin dışında bir şeyler söylüyorsanız. 0 zaman biraz "mıy mıy" olacaksınız. Çok iyi bildiklerinizi bilmiyormuş gibi yapacaksınız, işte ben böyle söylüyorum ama siz müsaade ederseniz. . . işte bilmem ki haddim olmayarak falan. . . Söylemiyormuş gibi daha doğrusu söyleyemiyormuş gibi söyleyeceksiniz. Yoksa affetmezler. Bana da öyle yaptılar.

Ben orada turizmle ilgili bir görüş beyan ettim ve bu görüşüm de aslında dünyada bilhassa ilim çevrelerinde ve bu işin hakikatiyle uğraşan çevrelerde oldukça bilinen bir görüştü. Turizmin bir toplumu hangi yönde etkilediğiyle ilgili bir şeydi o. Yani, turizmin çok önemli bir ekonomik sektör, ülkeler için ciddi bir gelir kaynağı, bilhassa bizim gibi ülkeler için bir döviz kaynağı olduğu, ancak kesinlikle turizmin bir kalkınma yolu olmadığı, o konuşmanın ana teması idi. Yani, oradaki ana fikir, turizmle kalkınmış ülke yoktur, ancak kalkınmalarını tamamlayıp turizm sektöründen büyük paylar alan kalkınmış, gelişmiş ülkeler vardır.

Dünyadaki turizm gelirlerinin devletlerarasında paylaşımına ve Dünya Bankası verilerinden bakarsanız bunu açıkça görebilirsiniz.

SORU: Siz Artvin'in güzelliklerinin ve tabiatının korunmasını istiyorsunuz?

CENGİZ AYDOĞDU: O konuşma TOBB'un bir toplantısında yapıldı. Pek çok vilayetten gelmiş ticaret ve sanayi odası başkanları, Artvinli işadamları vardı. Orada Artvin'in kalkınması konusunu düşünürken, kalkınmanın bizim kendi meselemiz olduğunu, Artvinlilerin bir şekilde öncelikle Artvin'i göz önüne alarak Artvin'e özgü bir kalkınma perspektifi ortaya koymaları gerektiği yolunda düşünceler ifade edildi. Ancak bunu yaparsak turizmden de daha çok pay alırız sadedinde bir konuşmaydı. Yani, "Artvin'de sadece Turizmi geliştirelim o bize yeter" şeklinde düşünürsek yanlış yapabiliriz demek istemiştim. Kalkınma bir bütündü çünkü. Sadece turizme odaklanırsak. . . "Evet, belki ilk birkaç yılda, belki on yılda bir yere gelebiliriz ama daha sonra doğanın ve çevrenin tahribatı, çirkin yapılaşma ile Artvin'i de bitiririz anlamı çevresinde" söylenmiş sözlerdi onlar.

SORU: Zaten kıyılarımızda ve yaylalarımızda temiz ve doğal kalan yer kalmadı neredeyse?

CENGİZ AYDOĞDU:- Evet, yani Karadeniz'de Samsun'dan Trabzon'a doğru giden herkes bunu görüyor. Çok kötü bir şehircilik var. Beni çok üzen yanlış bir kentleşme var.

SORU: Peki, Artvinli nasıl algıladı sizin o tepkinizi, basının tepkisiyle beraber?

CENGİZ AYDOĞDU: Ulusal basının aksine Artvinli benim gibi düşünüyordu ve Artvin'den büyük destek gördüm. Dışarıdan da çok büyük destek gördüm. Valiliğin telefonları, faksları kilitlendi. Hatta UNESCO'dan insanlar aradı o dönemde ve 2008-2009 yıllarını UNESCO'nun "Maddi Olmayan Kültür Varlıklarını Koruma Yılı" ilan edeceğini söylediler. "Bu sizin söylediğiniz konsepte uyuyor" dediler. Bizim basında bu iş biraz da güncel siyasetin konusu yapıldı.

Turizm meselesi bizde 1970'lerden beri maalesef yanlış tarzda ele alınıyor. Dahası biz meselelerimizi konuşamayan bir toplumuz. Hiçbir şeyi konuşulan konunun ihtiyacı olan şartlarda konuşmamıza imkân vermeyen bir iletişim düzeni hâkim ülkemizde. Bugünkü durumuyla bunu yani bir tartışma dili kurmak meselesini düzelte-mezsek hiçbir şeyi tartışamayız. Çünkü söylenen her söz kendi anlamı dışında çağrışımlarla değerlendiriliyor. Yani siz herhangi bir şeyde, Türkiye'nin herhangi bir sorunu konusunda bir fikir beyan ettiğinizde, hemen sizi "ideolojik tercihiniz şu mu yoksa bu mu" doğrultusunda söylediğinizi "anlamlandırmak" isteyenler var. Ne dediğinize bakmak yerine, bunu söyleyen hangi kamptan olabilir? Sanki öyle bir şablon varmış gibi. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan Türkiye'de böyle dünyanın hiçbir yerinde olmayan "ideolojik ve tarafgirâne bir bakış açısı" var. Tabii bu eleştirilerin bir derinliği de yoktur. Yani ciddi anlamda, altı doldurulabilen sağcılık, solculuk gibi bir bilgi birikimi bile yoktur ülkemizde. Sadece "yaftalamak" diyebileceğimiz içi kof, biraz kazınınca altından cehalet çıkan, bir, birbirimizi tasnif etme alışkanlığımız var. Bu "tahsilli cehalet" maalesef bizim iletişim ortamımıza hâkimdir. Bundan yani bu tahsilli cehaletin gazabından idareci olarak biz de nasibimize düşeni alırız. Biz belki böyle bir tartışmanın içine girmesek bile, konuşmaya başladığınız anda dışarıdan sizi değerlendirenler tarafından istemediğiniz bir yere getirilirsiniz. Ve asla söylemediğiniz şeylerden asla kastetmediğiniz anlamlar çıkarılır. Her neyse. . .

Vali olmak konusuna tekrar dönersek; Simdi bizler, kaymakam olurken esasen birazcık vali oluruz. Gün gelir idari olarak da resmî olarak da vali olunur. Hepimizin bildiği bir söz vardır, XIV. Louis'e atfedilir "Devlet benim" diye. Her Türk'ün gönlünün bir yerlerinde bu sözün iz düşümü vardır bir şekilde. Neden vardır? Çünkü biz hicret etmiş bir toplumuz. Dünyada yaşadığı yeri, vatanını seçen milletlerdeniz. Bu önemlidir. Gerçi göç devam ediyor, köyden şehre göç ile devam ediyor. Hala meskûn olamadık. . . Mütemadiyen hicret halinde, göç halinde bir toplum olduğumuzdan bizim için devlet olmak ve bir devleti olmak önemli, çok önemli. Devleti "bayrak" olarak yanımızda taşımışız biz. Vatan ararken devletimizden ayrılmamışız. Bu açıdan devleti, bayrağı kaybetmek bizim için yok olmakla eşanlamlı olarak görülmüş. "Ya devlet başa ya kuzgun leşe" sözü bunu ifade eder. Devlet çok önemli. . . Hatta vatandan önemli. Rahmetli Cevdet Paşa der ki; "Vatan dediğinizde köylü köyündeki köy meydanını anlar. " işte, yakınlarda önem[i bir düşünürümüz: "Osmanlı vatansız ve milletsiz bir devletti" diyor. Vatan mefhumu Namık Kemal'le ortaya çıkıyor, vatan duygusunun ifade edilmesine Namık Kemal'de rastlıyoruz. Namık Kemal'den önce vatan üzerine fazla düşünmemişiz sanki. . . Tabii burada bugünkü anlamıyla vatanı mefhumunu kastediyorum. Daha çok hâkimiyet ve bayrak yani devlet üzerine odaklanmışız. Bu itibarla her Türk'ün bir şekilde devletle iştigali vardır. Köylümüz bile devletin idaresiyle yakından ilgilenir. Devletin istikbaliyle, akıbetiyle, bekasıyla meşgul olur. En sıradan vatandaşımız bile devletin her halinden kendine göre bir yorum hatta bir vazife çıkarabilir. Devlete dair hemen her konuda bir görüş beyan etmekten çekinmez. Devletin görünümleriyle, tezahürleriyle çok ilgilidir. Dolayısıyla biz aslında toplum olarak hepimiz biraz vali ve kaymakamız.

Bu anlamda vatandaşın devleti benimsemesi onu kendine dair sayması demokrasinin de önemli bir dayanağıdır. Vatandaş devlete dair değil devlet vatandaşa dair bir şeydir çünkü.

Devlete yapılan bütün vurgunun temelinde bana göre birey olarak vatandaşın hürriyeti ve temel hakları ile vatandaşlar topluluğunun millet olarak istiklali vardır. Bu istiklal hususu vatandaşlarımız açısından aynı zamanda bir "haysiyet" sorunudur. Devlet bunları yani, hürriyeti, istiklali, temel insan haklarını hayata geçirmek ve en önemlisi kişi haysiyetini sağlıklı tutmak için vardır diye düşünüyorum. Bu anlamda hiç hatırdan çıkarmamamız gereken husus, her vatandaşın ideal anlamıyla, devletlerin kuruluş belgesinde, kuruluş mutabakatında ifadesini bulan anlamıyla her vatandaşın devleti temsil ettiğidir. Sadece valiler ve kaymakamlar değil bütün vatandaşlar devleti temsil eder. Esasen katılımcı demokrasinin de esası budur. Devlet dediğimiz şey milletin kendisini ifade şeklidir çünkü. Milletler pek çok vasıta ile işte edebiyat sanat, kültür vesaire yolları ile kendilerini ifade ederler. Bu yollar içinde en gelişmişi, en mütekâmili devlet kurmaktır. Devlet milletin kendisini ifade ettiği en gelişmiş teşkilatın adıdır. Bu anlamda devlet dediğimiz şey toplumda hâkim olan ilişkiler bütünüdür. Bu noktada valinin ve kaymakamın devleti temsil etmesi bir imtiyaz değil belki bir görev. . . Yerine getirilmesi ağır bir görev. Kesinlikle bir hak veya imtiyaz değil bir tür hizmet. . .

SORU: Devlet deyince vali akla geliyor, vali olunca hakikaten "Devlet benim" gibi bir duygu oluyor mu insanda?

CENGİZ AYDOĞDU: işte tam bu noktada insanların yetişme şekli, kişisel donanımlar, şahsiyet oluşumu gündeme geliyor. Siz vali veya kaymakam olarak ne düşünürseniz düşünün toplum sızı devlet olarak görüyor. Yani devletin temsilcisi olarak görüyor. Siz kendi içinizde ne hissederseniz hissedin vatandaş nazarında siz devlet oluyorsunuz. Kabul edin veya etmeyin, insanlar "Siz valisiniz, devleti temsil ediyorsunuz" diye bakıyor size. Devlete yüklediği bütün anlamları vatandaş sizin şahsınızda ve üzerinizde görmek istiyor. Sizin hareketlerinizin tezahürünü o şekilde bekliyor, öyle anlamak istiyor, öyle anlamlandırmak istiyor. Eğer siz kendi donanımınız, yaşantınız, dünyaya bakışınız, söz ve fiiliyatınızla o vatandaşın bakışına uygun bir profil çizemiyorsanız iyi vali olamıyorsunuz. Bu nokta çok önemli. Tabii, önce sizin bunu yani vatandaşın bu bakışının tarihi köklerini anlamanız lazım. Vali veya kaymakamların bu konuya çok dikkat etmeleri gerektiğini düşünüyorum. Popüler kanaatlerin dışında vatandaşın bir bakış acısı var. Yüz yıllardan beri gelen bir damar var. Bir köye gittiğinizde köylünün size "Vali Paşam" veya "Sayın Kaymakamım", "Sayın Valim" diye hitap ettiğinde, o sözün arkasında Oğuz Kağan'dan, Sultan Alpaslan'dan, Sultan Fatih'ten Atatürk'e kadar gelen bir çizginin hatta Hazreti Ömer'den, Peygamberimizden günümüze doğru uzanan bir hatıranın yükü olduğunu, etkisi olduğunu bilmemiz lazım.

il ve ilçelerde görev yaparken bizim şu anda işgal ettiğimiz makamlarda bizden önce görev yapan insanlara karşı bir borcumuz var. Çünkü onların ortaya koyduğu, çizdiği, vücuda getirdiği bir anlayışı devam ettiriyoruz. Aynı zamanda o anlayışın gölgesinde görev yapıyoruz. Örneğin, Artvin'de valinin makam aracı bayrakla gittiğinde sokakta rastlayan herkes ayağa kalkıp selam veriyor. 0 selam devletin ve milletimizin elbette, o bin yıllık geçmişin hatırasına hürmettir. Ve siz o arabanın içinde onu temsil ediyorsunuz, ona layık olmalısınız. En az o vatandaş kadar siz de o vatandaşa hürmet etmelisiniz. 0 manada devletin temsilcisi o vatandaştır. Bunu böyle bilmek lazım. Devletin asıl sahibi ve temsilcisi. . . Ülkenin gerçek gücü. . . O vatandaştır.

SORU: Çok ağır bir sorumluluk olsa gerek?

CENGİZ AYDOĞDU: Kesinlikle çok ağır bir sorumluluk. Yani taşınması çok zor. Sadece o kadar değil, "bizden sonra görev yapacak insanlara da borcumuz var". Yıpranmamış, pörsümemiş, gölgelenmemiş itibarlı bir valilik müessesini haleflerimize, bizden sonra gelenlere "temiz" bırakmak zorundayız. Tabii, burada işin ruhunu kastediyorum.

Geleneğin getirdiği o kadîm bilgelik içinde işin biraz da ilahî olanla bağlantılı Türk irfanı dediğimiz o büyük ummandaki "mânâ"ları kastediyorum. Gelenek derken de kastım: Fransız düşünür René Guenon ya da Müslüman olduktan sonraki adıyla Abdülvahit Yahya'nın kastettiği geleneği kastediyorum. Yani "insanların ruhi, manevi dünyasını da oluşturan şeyi. . . Sadece âdetler, birtakım folklorik şeyler değildir gelenek. Asıl gelenek insanların dünyayı algılayışı, hatta bir eskatolojiyi de barındırır. Öte dünya inancını da barındırır. Varlığı anlamlandırma, insan ilişkilerini temellendirmedeki ana damardır gelenek" diyor. Bu manada bizim "büyük geleneğimiz" yani milli irfanımız içerisinde Batılılaşma maceramıza rağmen hala devlet en geleneksel kurumdur. Ama René Guénon'un işaret ettiği manada geleneksel. . . Batıya ilk benzetmeye çalıştığımız, ilk ele aldığımız şey ordudur. Daha sonra bürokratik anlamda biliyorsunuz Batılılaşmanın etkisiyle valilik ve kaymakamlığı oluşturduk. Ancak valilik müessesesi Roma'dan beri insanlığın bulduğu en önemli idari organizasyon usulüdür.

Yani Müslümanlarda da, Osmanlı'da da, Roma'da da, hatta Roma'dan önce de büyük bir imparatorluk kur-muşsanız, sınırları olan bir devlet kurmuşsanız, bir merkezi idare, merkezi idarenin taşradaki uzantısı olarak merkezin temsilciliği müessesesi binlerce yıllık bir müessesedir. Bu manada az önce söylediğim, işte bayrağa saygı gösteren, valiye saygı gösteren bir vatandaşın o hareketinin temelinde hakikaten hem manevi anlamda, hem maddi anlamda ve ilmi olarak ispat edebileceğimiz sahihlikte, sarahatte binlerce yıllık bir geleneğin etkisi vardır.

Şimdi, böyle baktığımızda vali olmaya çalışıyoruz diyorum ben. İnşallah milletimin nazarındaki vali olabiliriz diyorum. Kesinlikle olduğumu iddia edemem. Bunun da çok zor olduğunu düşünüyorum. Tabii, valiliğin de güncel anlamı yanında işi resmiyete irca ederek söylersek, işte 5442'de ifadesini bulan "Devletin ve hükümetin temsilcisi olma" özelliği var. Bu duyguyu kanunda ifade edilen ağırlığı ile nefsinde hissetmek ve bunu hakkıyla hayata geçirebilmek zannediyorum bugün için "ideal durum"u temsil ederdi. Burada biraz özeleştiri yapıyorum, belki itham ediyorum, belki arkadaşlarım, meslektaşlarım bana kızacaklar ama kanunda ifade edilen bu "ideal duruşu gerçekleştirebilmek için birkaç fırın ekmek yememiz lazım; yani o 5442 sayılı kanundaki şekliyle devletin ve hükümetin temsilcisiyiz diyebilmemiz için.

SORU: Sayın Valim, gelenek ve valilik müessesesine ilişkin bu hayli derin analizlere girmişken demokrasi penceresinden "seçilmişler-atanmışlar" ayrımında valilerin atanması konusunda ne düşünüyorsunuz?

CENGİZ AYDOĞDU: Evet, bu çok önemli hususa işaret ettiniz için teşekkür ediyorum. Şimdi, bu konuyu konuşmak lazım. Kırıp dökmeden konuşmak lazım. Bu konunun sadece bizim ülkemize has olmadığını düşünüyorum. . . Ne var ki Anglosakson ülkeler bu işi biraz halletmiş gibi görünüyor. Kara Avrupa'sı ülkelerinde bu ikilem bizdeki kadar olmasa da hâlâ devam ediyor. Bizde bürokrat öteden beri sanki antidemokratik bir un-surmuş gibi takdim edilir. Vali ve kaymakamı veya bürokrasiyi antidemokratik unsur olup olmadığı konusunda değerlendireceksek, o zaman demokrasinin özüne inmek lazım.

Demokrasi usule ve metoda, metodolojiye ilişkin bir şeydir. Kurumlar veya devlete ait bütün diğer unsurlar bir şekilde vardırlar, işte dağ gibi, ağaç gibi, bulut gibi vardırlar. Bu kurumların demokratik olup olmadıkları var oluş tarzları ve işlevsel hale gelişleri esnada gündeme gelir. Demokrasinin süreçlerde tezahür ettiğini, etmesi gerektiğini hatırdan çıkarmamak lazım. Demokrasiye süreçlerde daha çok ihtiyaç duyarız, işte karar alma süreçlerinde, kuruluş süreçlerinde vesaire. . . Bu süreçleri en geniş ve etkin katılımla işletebilmektir demokrasi.

Bu anlamda demokrasi, hakikaten iddia ettiklerini bütün olarak hayata geçirebilen bir rejim midir? Yoksa iddia ettikleri mükemmel olmakla birlikte, iddia ettiklerinin gerçekleşmesi için toplum ve kültür hayatına ait pek çok hususun bir araya gelmesi mi gerekiyor. Ve biz o bir araya gelmesi gereken şeyleri tam olarak nerede arayacağız? Bunları iyi düşünmek lazım. Kompleksiz bir şekilde, birbirimizi suçlamadan. . . Demokrasi bir ihtimaldir, bir iyi niyettir, bir öngörüdür bana göre. Bunu az veya çok gerçekleştiren toplumlar vardır. Bir kutup yıldızı gibi yön tayin eder demokrasi, insanlığın iyi yönetim idealinin bugünkü adıdır, işte, Bernard Lewis diyor ki "Demokrasi, İngilizce konuşan ülkelerin işidir. Diğer ülkeler, yani İngilizce dışındaki Avrupa dahi demokrasiyi kuracağız falan gibi uğraşmasınlar, ancak yaklaşabilirler. " Demokrasi, daha çok ülkeyi yönetenlerin iş başına geliş usullerine odaklanmıştır. Yönetme usulleri, yani ülkeyi yönetme usulü dediğimizde o zaman bildiğimiz kanunlar devreye giriyor. Bürokratlar da kanunlara tâbi, siyasetçiler de kanunlara tâbi. Aynı kanunlara tâbi. Kaldı ki yönetenler seçimle iş başına geldikten sonra yönetmek yani devlet cihazını işletmek için atama yapmak zorundalar. Yani memura mutlaka ihtiyaç var. Bu mekanizmaya devlet diyoruz. Atanmışlar antidemokratik bir unsur olarak takdim edilirse, o zaman "devlet cihazı" antidemokratik midir ki sorusu gündeme gelir. Ki bundan çıkacak en tabii netice devletin teknik olarak işletilebilmesi için memurdan başka hangi aktörün kullanılabileceği sorusudur ve bu sorunun cevabı yoktur. Öte yandan atanmış seçilmiş karşılaştırmasının bize has bir yönü vardır ki bu bize mahsus taraf da burada konuşulamaz. Belki başka bir mülakatın konusu olabilir. Şu kadarını söyleyebiliriz; iş başına geliş usulleri kadar işi idare etme usullerinin de demokratik bir öze sahip olması önemlidir. Hatta daha önemlidir. Ve elbette iş başından gidiş usulü de. . .

SORU: Seçimle gelmek her sorunu çözmüyor mu?

CENGİZ AYDOĞDU: Olmazsa olmaz bir şarttır. Ancak sorunun çözülmesi süreci seçimden sonra başlıyor zaten. . . Ama seçilmeden hiçbir süreç başlamaz. . . Seçilmek şart. . . Seçim olmadan herhangi bir idari süreç başlarsa o demokratik bir süreç değildir. Vatandaşa sorulması, ülke yönetimi sürecinde vatandaşa sorulması çok kıymetli bir şeydir, insanlık bu noktaya ağır bedeller ödeyerek geldi. Ama atanmış seçilmiş sorunu çok karmaşık bir konudur. Özde evet çok sadedir. Devleti seçilmişler idare eder. Lakin bunun teferruata ve tatbikata yansıması çok karmaşık bir konudur. . . Bu konuda son söz olarak şuna işaret etmek isterim; biliyorsunuz vücudumuzda bir yerimiz ağrırsa sanki vücudumuzda sadece o ağrıyan yer varmış gibi mütemadiyen aklımız orada olur. Diğer tarafları unuturuz sanki. Yine bir sağlık kaidesidir; vücudun direnci, bağışıklık sistemi zaafa uğrayınca pek çok rahatsızlık kendini gösterebilir. Bunun tedavisi sadece ve doğrudan o rahatsızlıkla uğraşmak değil ona yol açan sebebi de ortadan kaldırmaktan geçer. Bazen de rahatsızlığın sebebini teşhis de isabet edilemeyebilir. Yani. . . Ne bileyim. . . Yanlış anlaşılmaktan korkarak. . . Söylüyorum; atanmış-seçilmiş konusu bir demokrasi sorunu olduğu kadar hatta belki de daha fazla bir devlet sorunudur. Devletin anayasal nizam içerisinde işletilebilmesi sorunu. . . Güç ve etkinlik ilişkileri yani. . . Bu noktadan bakıldığında devletin çatısını demokratik usullerle kurmakla birlikte o usullere sadık kalarak işletebilmek. . . Nerden bakarsanız bakın son tahlilde sorun, hepimiz açısından seçilerek gelenimiz olsun atanarak gelenimiz olsun hepimiz açısından sorun devleti doğru algılayabilmek ve doğru işletebilmek sorunu. . . Gibi geliyor bana. . .

SORU: Peki sayın valim şimdi yine Artvin'e dönelim. Valisi olduğunuz Artvin sizin için ne anlam ifade ediyor? Aynı şekilde Artvinliler için siz ne anlam ifade ediyorsunuz?

CENGİZ AYDOĞDU: Tabii, öncelikle, Artvin önemli bir vatan parçası. Serhat şehri. Serhat şehri olması dolayısıyla da Türk tarihinin 19. Yüzyıl sonu, 20. Yüzyıl başında çok önemli olayların cereyan ettiği bir yer. Bu anlamda, aynı zamanda önemli bir tarih sahnesidir Artvin. Tarih dediğimiz şey, bir bakıma, oluşumuna bizim de katkıda bulunduğumuz bir süreçtir. Ve tabii, şöyle bir bakış açısını hiç bırakmamalıyız, uzaklaşmamalıyız diye düşünüyorum: Yani, biz şu anda burada konuşurken esasen aynı zamanda tarihtir bizim bu yaptığımız. Tarihin içinde biz de bir şeyler yapıyoruz. Dolayısıyla her insanın her hareketinde bir şekilde bir tarihlilik vardır, bir tarihî yön vardır. Bu açıdan, herhangi bir şeyi değerlendirirken, herhangi bir konuda herhangi bir hareket yaparken tarihi dikkate almak, onun tarihteki durumunu göz önüne almak, geçmişini "bilmek" -"bilmek", bunun üzerine vurgu yapmak istiyorum- çok önemli. Simdi, bu çerçevede baktığımızda, Artvin tarihin bugün de devam ettiği, yani 1828'le başlayan ve 1877-78 yani 93 Harbiyle devam eden hercümercin, o tarihî sürecin bugün de devam ettiği bir vatan parçası. Ayrıca, konuşmamın başında söyledim, Artvin benim için kültürel anlamda bir orijinaliteyi bir kültürel devamlılığı barındıran bir vatan parçası.

Ayrıca Artvin, göç yollan üzerinde bir vilayetimiz. Bu çok önemli. Biliyorsunuz, 93 Harbinden sonra Berlin Anlaşmasında bir hüküm karşılıklı kabul edildi: "Osmanlı'dan Rusya'ya, Rusya'dan Osmanlı'ya geçmek isteyen Hıristiyanlar ve Müslümanlara karşılıklı müsaade edilecek. " Yani Rusya'dan buraya gelmek isteyen Müslümanlara, bizden oraya gitmek isteyen Hıristiyanlara müsaade edilecek; gerçi hiçbir zaman bizim buradan oraya Hıristiyan göçmen gitmemiş ama oradan bize ciddi bir Müslüman muhacereti olmuş. Bu manada Artvin, neredeyse 1920'lere kadar o göç yolu, muhaceret yolu üzerinde önemli bir uğrak yeri olmuş. Artvin bu manada, sadece Artvin değil, Artvin-Erzurum hattı, o çizgi bir muhaceret çizgisidir ve bu kültürel anlamda bu göç vakıası buraya bir şeyler katmıştır. Bu göz ardı edilemez. Hicret büyük insan kafilelerinin muhacereti nerden bakarsanız bakın kültür ve medeniyet sadedinde değerlendirilmesi gereken ibretlik bir olaydır. Bu çerçevede ifade etmeliyiz ki Ahıska Türklüğünün tarihi macerasını ve elbette çilesini bilmek ve anlamak bizim için borç. Önemli ve ödenmesi gereken bir borç. . . Bir vefa. . . Biliyoruz ki Artvin, bilhassa Savşat-Ardanuç-Yusufeli hattı önemli bir Ahıska çizgisidir.

SORU: Peki, Artvinlilerin nazarında valileri ne anlam taşıyor?

CENGİZ AYDOĞDU: Sübjektif, şahsımla ilgili bir soru. Bunu bana değil, Artvinlilere sormanız lazım. . . Biliyorsunuz, bir belgesel yaptık Artvin'le ilgili, ismini de: "Göğe Komşu Topraklar" koyduk. Bu söz de Artvin'in logosu gibi oldu. Artvin'i anlatan bir tabir, üst söz gibi. . . Belgeselin metnini ben yazmıştım. O belgeselden sonra değişik tepkiler aldım. Orada, "Çok güzel olmuş" gibi iltifatlarla birlikte beni en çok duygulandıran, sevindiren veya ne bileyim bir memnuniyet duygusu veren husus, Artvinlilerle bir şeyi önemli bir şeyi bir duyguyu, bir beğeniyi, bir zevki, paylaşma hissidir. Kendimi Artvinli gibi hissetme veya onların beni öyle gördüğünü duyumsama bahtiyarlığı. . .

SORU: Sayın Valim, sizin kalemle ve kitapla olan yarenliğinizi biliyoruz. Zaten şu röportaj sırasında biz kez daha gördük ki; gerek tarihsel konularda, gerekse düşünce, felsefe anlamında, sürekli kaynaklara, düşünürlere atıf yapıyorsunuz. Bu muhabbete bir halel geldi mi, yoksa aynen devam ediyor mu?

CENGİZ AYDOĞDU: Kitaplarla olan muhabbetim aynen devam ediyor, ama kalemle maalesef. . .

SORU: Nasıl olsa valilikte "Özel Kalem. . . " var değil mi?

CENGİZ AYDOĞDU: Evet Özel Kalem var. . . Yazmak tabi çok farklı bir yoğunlaşmayı gerektiriyor. Valilik buna pek müsaade etmiyor. Valiliğin insanın nefsini okşayan bir yönü var ki yazmak hususunda insanı kısırlaştırıyor. . . Gittiğiniz her yerde ne derseniz deyin kimse itiraz etmiyor, herkes ayağa kalkıyor, söylediğiniz her şeye "doğru ne güzel söylediniz efendim" falan deniyor.

SORU: Tabii bir de otorite var değil mi?

CENGİZ AYDOĞDU: Otoritesiniz. . . Ne var ki o şartlarda düşünce olmuyor. Yani düşüncenin olması için tezatların olması lazım, can sıkıntısının olması lazım.

Düşüncenin olması için karşılıklı haberleşmenin olması lazım. Mevlana diyor ki, "can haber almakla can olur" diyor. Size itiraz edilmeli, siz itiraz etmelisiniz. Bürokrasi haberleşmez. Emir alır, emir verir. Talimat alır, tekmil verir. Buna haberleşme denemez. Hâlbuki düşüncenin olması için bir beyin fırtınası, bir düşünme ve söyleme anaforunun olması lazım, işte ben doğru söylüyorum, ama bunun dayanaklarını nasıl ifade edebilirim, bunları nasıl ispatlayabilirim filan gibi kafanızı patlat-malısınız. işte o zaman düşünce oluyor. Öbür türlü buyruk veriyorsunuz, talimat veriyorsunuz, emir veriyorsunuz. Emir veren insan düşünmez demek istemiyorum ama çok düşünmeden emir verilse de oluyor.

SORU: Bu yönüyle valiler yalnız mı?

CENGİZ AYDOĞDU: Elbette. Bu yönüyle valilere yardımcı olmak lazım. Valilerin de kendilerine yardımcı olmaları lazım. Valiliğin insanı çarpan yanları var. İşte o makam arabaları, korumaları, vesaire. . . 0 girdaba, o türbülansa girmemek lazım. Bunun için de çok okumak lazım. Size yanlışlarınızı söyleyen, sizi eleştirebilen dostlarla, insanlarla görüşüp konuşmak lazım.

SORU: Sayın valim siz bizim ezberlerimizi bozuyorsunuz. Valiler pek yanlış yapmaz diye biliyorduk ama?

CENGİZ AYDOĞDU: Evet, valilerin yanlışları düzeltilmez. Yanlışı düzeltilmeyen insan dünyanın en talihsiz insanıdır. Allah bize yanlışımızı düzelten dostlar versin. Onun için, valilere de yanlışlarını düzelten yardımcılar versin, memurlar versin, arkadaşlar versin. Belki bunun için valilerimiz idari tavırlarında, çevresindeki insanların konuşmasına fırsat vermeli.

Bürokratik iletişim bizde düşünceye yer vermeyen, alternatife yer vermeyen bir yapıda. Yani bilginin bir tedavül değeri olmalı, düşüncenin tedavül değeri olmalı. Bürokratik tedavülü kastediyorum, insanlar bir şeyi bildiği için, bir konuda düşündüğü için terfi edebilmeli. Bu manada düşündüğümüzde, o bilginin hayata geçirilmesi, bilginin işlerliği, bilginin fonksiyonelliği konusunu mutlaka düşünmeli ve buna uygun bir bürokratik düzen, buna uygun bir insan yetiştirme sistemi kurabilmeliyiz. Osmanlı bunu yapıyordu. Meritokrasi diyorlar buna. Bugün Türk bürokrasisinde böyle bir sorun var. Bilgiyle ne yapılacağını bilmiyoruz. Veya bilgi başınıza bela olabiliyor.

Mesela, doğru dürüst kendi dilimizi bile konuşamıyoruz, 300-400 kelimeyle konuşuyoruz. Türk bürokrasisinin bugün bir lügate ihtiyacı var, bir yazım kılavuzuna ihtiyacı var, bir imla kılavuzuna, ne bileyim bu manada çok temel bilgiler konusunda bilginin kullanımına ihtiyacı var. Bilhassa bilgiyle ne yapılacağını yeniden öğrenmeye çok ihtiyacımız var. . .

Ben zaman zaman espri yapıyorum: Bütün memurlara en az bir roman okutabilsek diyorum, birkaç şiir ezberletebilsek. Yani, biraz hayal gücü verebilmek için, bir gelecek tasavvuru olabilmesi için sosyal bir perspektif, bir edebiyat perspektifi verebilmeliyiz. Dünyanın diğer milletleri böyle yapıyor. Yani yalınkat idarelerle yalınkat insanlarla hiçbir şey idare edilemez. Valiliğe şöyle değişik bir perspektifte getirebiliriz: Vali, ilde oturan, ildeki idari mekanizmayı bir orkestra şefi maharetiyle idare eden, onlarla hizmette uyumu gözeten ve yürüten kişi olmakla birlikte, bir ilin -o kelimeyi hiç sevmiyorum ama şimdi ben de kullanacağım- CEO'su gibi, iline ufuk veren, iline bir can veren olmalı. Yani iliyle ilgili gelecek tasavvurları yapabilmeli, yönlendirebilmeli, sektörel anlamda da, diğer pek çok anlamda da. Ben zaman zaman Artvin'de espri yapıyorum, Artvinlilerle birlikte hayal kuruyoruz. Benim vali olarak görevim Artvin'e hayal kurdurmak diyorum. Yani bir idareci görev yaptığı ilin tarihini mutlaka bilmeli. Sosyal yapısını, ekonomik durumunu, altyapısını çok ayrıntılı olmasa da bilmeli. Ve ille ilgili kendi ürettiği bir fikri olmalı. . .

idarenin aslında bu anlamıyla idare dediğimiz eylemin gerçek malzemesi bilgidir. Çünkü biz insanla meşgulüz, insanı insan kılan da öncelikle bildikleridir.

SORU: Sayın Valim Artvin ile ilgili hazırladığınız belgeselde bir ifade var: "Yeryüzünde yaşamak ve görmek için ne kadar da az vakti var insanın" diye. Genelde bizim meslekte, "Vali oldum artık, işim bitti" gibi duygular yaşar insanlar. Sizde bilakis hayata ilişkin bir arayış, tefekkür, fikir, düşünce, yazı, kalem, kitap devam ediyor. Gerçekten çok mu az vaktimiz var?

CENGİZ AYDOĞDU:- insana bir mühlet veriliyor, bunu biliyoruz. Ve o mühlet içerisinde ondan bir şeyler isteniyor. Ve yine biliyoruz ki insan yapısı itibarıyla, yaradılışı itibarıyla ebedidir. Yani ebedi olmak istiyor, ebedi yaşamak istiyor, kalıcılığın peşinde insan. Bir hatırayı zikretmenin yeridir diye düşünüyorum; 1970'li yıllarda Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti'nin yanına gider, elini öper, sohbetinde bulunurduk. Onun halinden, tavrından, sözlerinden "ders", "ibret" ve "keyif" alırdık. Bir gün yaşlı bir kadın geldi. Birbirlerini tanıdılar, ama epeydir görüşmüyorlarmış, yedi sekiz senedir. Tabii, insan bir tanıdığına rastlayınca müşterek tanıdıklarını soruyor: Falan ne yapıyor, filan ne yapıyor diye. Osman Ağabey birisini sordu, kadın dedi ki: "Ağabey duymadın mı o mebus oldu". Osman Ağabey, "Yaa öyle mi, daha beter olsun" dedi. Bu söz valilik için de söylenebilir mi bilemiyorum.

Aslında, evet. . . Mesleğe giren herkes vali olmak ister. Olmak için gayret eder. . . Lakin. . . Valilik taşınması ağır bir yük. Bir söz vardır kime ait olduğunu hatırlayamaya-cağım "Hayat çok tatlıdır, ama onu tanımayanlar için. . . " diye. Valilik de öyledir, iki ucu keskin bir bıçak gibidir valilik. Öyle diyelim valilik için. Bazen taşınması çok ağır bir yük haline gelebilir. Bazen de büyük lezzet aldığınız durumlar olabilir.

Tabii burada bir konu var ki, üzerinde çok düşünmeliyiz. Bizim ülkemizde devlet büyük bir dağıtımcıdır. Devlet dağıtır. Dağıtır derken, para dağıtır, pul dağıtır, ün dağıtır, itibar dağıtır, hatta bazen gurur dağıtır devlet, kibir dağıtır. Bazı durumlarda şeref, haysiyet dağıtır ve bazen onları da geri alır. Eğer layıkıyla taşıyamazsanız. Tabii burada insandan koparılamayan ve asla geri alınamayacak anlamında kastetmiyorum şeref ve haysiyeti. Şeref ve haysiyetin bir yönü var ki o insanın kendisiyledir, şah siyasetinden başka hiçbir makam ve mevkie bağlı değildir. Burada kastettiğim daha çok ün, nam, şan. . . Valilik de öyle bir şey, devlet size bir itibar veriyor. Büyük bir şeref veriyor, büyük bir onur veriyor, bir şöhret veriyor. Bir başkasına da başka imkânlar veriyor. Devletin valilere verdiği manevi bir şey. Yani devlet size manevi bir şey veriyor. Onun için, valiliğin değerlendirilmesi de manevidir. Yani valilikten maddi bir şey bekliyorsanız, öyle bir şey yok.

Valilik bir mükellefiyet yüklüyor size, bunun borcunu ancak hizmet ederek ödeyebilirsiniz. Ayrıca valiliği iyi yapmak için çok özel bir gayret göstermeniz gerekmiyor. Zaten bir valilik elbisesi var, bir valilik imajı var; bunu az önce konuştuk, bunu yüzyıllar içerisinde devlet adamlarımız, milletimiz, kanunlarımız, örfümüz, irfanımız sağlamış ve bu milletin zihninde, hayalinde yaşıyor. Siz o imaja layık olacaksınız. 0 kadar. Söylemesi kolay ama. . . Zor bir şey. . . Bu anlamda taşınması çok ağır bir mesuliyettir, ağır bir yük. Ancak. . . Şayet valiliğin size sağladığı imkânları düşünüp, ona odaklanırsanız, az önce dediğim gibi, siz de bir rantiye olursunuz. Biz ona valilik demiyoruz, o başka bir şey. Sorduğunuz soruya gelince: Hakikaten insana bir mühlet verilmiş. Çünkü insanın tek sermayesidir zaman. "Hayat, hiç silgi kullanılmadan yapılan bir resimdir. " diyorlar. Hayatta hiçbir şeyin provası yoktur ve hayatı siz ciddiye almasanız da o sizi ciddiye alır. "Simdi şöyle bir deneyeyim, daha sonra daha iyi yaşarım" diyemezsiniz, yaşadığınızı yaşamışsınızdır. Her şey hayata dâhildir. Söyle bir prova edeyim, şöyle bir deneyeyim; yok öyle bir şey. Yaşadığınızı yaşarsınız. Onun için insana, ömür dediğimiz belli bir zaman verilmiş, bir de görev verilmiş, adına da imtihan denmiş. Bu anlamda, az önce konuştuğumuz o büyük gelenek içinde düşündüğümüzde, bize verilen mühleti dolu dolu yaşamak. . . Sadece valilikte değil, insan olarak normal hayatta da "himmetiniz kadar kıymetiniz vardır" demiş eskiler. Buradaki himmet, iradi olarak yapmayı murat ettiğiniz şeydir. Bütün iradenizi toplayarak bir hedefe yönelmeyi ifade eder. Bu anlamda Mevlana, "insan istediği şeydir" der.

Rahmetli Nurettin Topçu öyle diyor: "Sonu olan bu âlemde sonsuzluğun yolcusu olan insan" Bu âlem fanidir biliyoruz, geçici, ama insan kalıcı, insan sonsuzluğun yolcusu. Bunu da unutmayalım. Bizim buradaki misafirliğimiz çok kısa bir süre. Bunun içinde valiliği de bu çerçevenin içinde değerlendirdiğinizde, başından beri konuştuğumuz pek çok şey anlam kazanır, farklı bir manaya bürünür. Peygamber Efendimiz, "Bu dünyada bir yolcu gibi olun" diyor. Biz de yolcuyuz, yol çok uzun değil. Zaman da çok kısıtlı. Dünyanın en hızlı tüketilen şeyi zaman.

SORU: Bu belgeselin içinde bu cümleyi kullandığınıza göre insanlara, Artvinlilere Artvinli olmayanlara ve meslektaşlara ömür denen bu az mühlet içinde Artvin'e gelin, güzellikleri paylaşalım mı diyorsunuz?

CENGİZ AYDOĞDU:: Simdi, diyor ki bazı bilim adamları, insan eli değmeyen manzaralar; tabiat manzaraları, orman, deniz, dağ. . . Tabiata dair güzel manzaralara insan eli değmemişse şayet, o manzaralar Cenâb-ı Hakkın eseri olduğu için, doğrudan insanın ruhuna hitap eder, devamlı sağaltır, dinlendirir. Artvin'de el değmemiş güzel memleket manzaraları görmek için herkesin ömründe bir defa dahi olsa gelmesini tavsiye ediyorum. Gelip Artvin'in mucizevî güzellikteki manzaralarını görsünler. . . Hem büyük zevk alacaklardır hem de kim bilir, belki de misak-ı milli vizyonunun da aslında sağaltıcı bir etkisi olduğunu göreceklerdir.

Kaynak: Çoruh Postası

comments powered by Disqus

Hopam.com'un notu: Okuduğunuz haber sitemize 15.06.2009 tarihinde Hayati Akbaş tarafından girilmiştir. Her ne kadar yayın ilkelerimiz doğrultusunda belli bir süzgeçten geçirmiş olsak da haberin yazım kurallarına ve etik teamüllere uygunluğu, içeriğinin doğruluğu ve tarafsızlığı Hopam.com tarafından garanti edilmemektedir. Bununla birlikte, haber metni veya ilgili diğer materyalleri kısmen ya da tamamen kopyalanması, yayımlanması, uyarlanması, çevirisinin yapılması, değiştirilmesi ve başka yayın organlarında paylaşılması söz konusu muhabirin iznine tabidir.