Çocukluğuma gittim bu fotoğraflara bakınca. Köyümüz Peroniti’de dedemin çay bahçesinde de resimdeki gibi ağaçlar vardı. Her çay bahçesinde benim bir ağacım olur, ona çıkar, arabacılık oynardım. Annemler, dedemler, ninemler çay toplarlar, ben de onları ağacın tepesinden izler, dinlerdim. Lazca konuşmalara, dertleşmelere, karşı dağlardaki, tepelerdeki yemyeşil ormanlarda kesim yapan ağaç motoru sesleri karışırdı. Ağaç motorunun adeta gazel okurcasına, dertlerinin üstüne türkü yakarcasına çıkardığı kaideli sesi müzik dinler gibi dinlerdim. Bu muhteşem sessizliği bozan bir diğer şey de Guguk kuşlarının kukku sesleriydi. Guguk kuşunun her ötüşü ait olduğum topraklarda beni selamlayan, bana huzur veren muhteşem bir tınıydı…
Derken ortaokul çağlarında dedemin de vefat etmesiyle çay toplama işinin tamamen bizim ailenin üzerine kalması sonucu ben de kendimi çay bahçesinde, daha önce ağacın üzerinden seyrettiğim yakınlarımın arasında buldum. Hiçbir zaman çay toplama işini sevemedim ve beceremedim ama bu açığımı kapatmak için toplanmış çayları araba yoluna kadar taşıma, alımyerine götürme ve çayı satma işini tek başıma yapıyordum. Annem benim yaptığım işin aslında çay tarımının en zor işi olduğunu, kendilerine çok faydalı olduğumu söyleyip çay toplama işindeki beceriksizliğimi bana unutturmaya çalışıyordu. Alımyerindeki curcuna, her zaman birbirine iyi davranan insanların alımyeri önüne gelince sık sık birbirleriyle kavga etmeleri, eksperin çaylarımızı beğenmeyip seçtirmesi, alımyerindeki çayların kamyona yüklenirken köyün gençleriyle beraber kamyon kasasında tepinmemiz muhteşem anılar bıraktı hayatımda.
Mesture halam beni her gördüğünde bu yorgunluğu çay parasını alınca, elime yeşil banknotlar sayıldığında unutacağımı söyleyerek beni motive ederdi. Tabii ki hiç bir zaman elime yeşil banknotlar sayılmadı çünkü ev yaptığımız için elimize geçen parayı borçlarımızı ödemekte kullanıyorduk.
Elhasıl zor zanaatti çay üreticisi olmak. Kışın sıkıntı çekmeden yaşayabilmek için yaz boyu çalışıp yiyecek ambarını doldurmaya çalışan sincaplar gibiydi insanlar. Tek dertleri vardı, çoluk çocuklarına ekmek götürmek, insanca yaşamaya çalışmak. Omuzlarında keder, yüzlerinde zoraki gülümsemelerle yaşama tutunmaya çalışan insanlar.
Hiçbir zaman çilesi bitmedi bu insanların, memleketin zorlu tabiat koşullarında, çoğu zaman yağmurda, güneşin yaktığı, nem oranının çok yüksek olduğu sıcaklarda, eşek arılarının yuvalarının arasında, ekmeklerini çıkarmaya çalıştılar, çalışıyorlar da hâlâ…
Hopam.com'un notu: Okuduğunuz köşe yazısı sitemize 01.07.2012 tarihinde Hamdi Murat Güven tarafından girilmiştir. Metnin yazım kurallarına ve etik teamüllere uygunluğu, içeriğinin doğruluğu ve tarafsızlığı Hopam.com tarafından garanti edilmemektedir. Bununla birlikte, köşe yazısı metni veya ilgili diğer materyalleri kısmen ya da tamamen kopyalanması, yayımlanması, uyarlanması, çevirisinin yapılması, değiştirilmesi ve başka yayın organlarında paylaşılması söz konusu yazarın iznine tabidir.
Önemli Notlar:
1. Hopam®.com sayfalarında yayınlanan yazılardaki fikirler, yorumlar ve görüşler, Hopa'da yaşayan insanları, Hopa'nın herhangi bir kamuya ait veya özel bölümünü ya da idari yapısını, herhangi bir etnik/politik gurubu, veya diğer ilgili hiçbir özel/tüzel kişiliğini hiçbir şekilde bağlamamaktadır.
2. Sitemiz rengini doğadan aldığından bünyesinde sürekli evrimsel bir değişim ve dönüşüm hali barındırır.
3. Sitede yayımlanan tüm içerik, kısmen ya da tamamen kopyalanarak başka bir yerde kaynak gösterilerek kullanılabilir. Bunun için gerekli ve yeterli koşul, söz konusu içeriği sitemize ekleyen kullanıcının bu doğrultuda izin vermiş olmasıdır.
4. Üyelerimizin, ekledikleri her türlü içerik hakkında sorumlu olduklarını varsaymaktayız. Takip et: @hopam
Tweetle